Herkesin, geçmişle arasında hatıralardan kurduğu bir köprü vardır. Yaşanmışlıkların zamana karşı mukavemet göstermesi için o köprüden geçmek gerekir ara sıra. Benim de köprümdür çantamda biriktirdiğim mektuplar, fotoğraflar... Ruhları kaybolmasın diye, belli aralıklarla açıp serer ve bakarım istiflediğim hatıraların gözlerine. İşte bugün de öyle bir gün, anılara yolculuk günü. Biriktirdiğim tüm mektup ve fotoğrafların olduğu çantayı alıp yanıma, bir ibadete hazırlanır gibi çıkıyorum yola. Yeşile mi bıraksam kendimi yoksa maviye mi diye ikileme düşmeden sahilin yolunu tutuyor bacaklarım. Deniz kenarında boş bir bank bulup oturuyorum. Mavinin tonlarıydı, vapurdu, martıydı, dalgaydı derken sonra da geleni geçeni seyrediyor, tanımadığım insanların izlerini sürmeye başlıyorum; seslerinden, yürüyüşlerinden, gülüşlerinden… İlk kez gözlerine bakmıyor, dudaklarında gizledikleri esrarı arıyorum. Düşüncelerimin hızı, ışık hızına yaklaşıyor adeta, bu yüzden de zaman yavaşlıyor karşımda. İz sürmek kolay iş değil, zaman yavaşlamazsa ayrıntıları atlamamak mümkün değil.
İki kadın geçiyor önümden, biri diğerine nazaran pek konuşkan. Gülerken dişlerini göstermiyor hiç. Her an uçmaya hazır bir kuş nasıl telaşlı ve ürkek durursa konduğu dalda, kadının dudak kıvrımlarında sakladıkları da aynı havada. ‘’Yok, güvenmiyor yanındakine, çok da içtenlikli bir sohbet yok aralarında.’’ diye düşünüp başka insanlara dönüyorum yüzümü. Titrek, cesur, yorgun, ölgün, diri dudakların fısıltılarına asıyorum kulaklarımı; hikâyelerin son bulduğu, bazılarının sonu olduğu, umutların başladığı, yarım kaldığı, gerçeğin söylendiği, gizlendiği, sözün son duraklarına... Gözlerim bir anahtar ve anahtar çevrildikçe dudağın kilidinde, anlıyorum ki pas tutmuş bir demiri ovmakmış dudağın kıvrımlarına saklanmış hikâyelere dokunmak. Kayıtsız kalınır mı hiç atılan bir kahkahaya? Üstelik bir tebessüm ancak başka bir tebessüme yayıldığı an taçlandırır kendini. Bazen bir gülüş, bin acıyı emzirip uyutur göğsünde, şefkatli bir anne gibi.
Düşünceler hızını kesmeye başladığında zamanın akışı da normale dönüyor ve ben bir süre sonra etraftaki insanları izlemekten vazgeçip çantamdan çıkarttığım eskimiş bir fotoğrafa bırakıyorum kendimi. Geçmişe açılan bir pencere önünde oturur gibi bakıyorum oradan fotoğrafın gözlerine. Derin bir ıssızlıkta ıslık çalıyor geçmişin rüzgârları, üşüyor muyum ne? Çekip alıyorum babaannemin gözlerinden gözlerimi ve bu defa, ısınsınlar diye gülüşüne bırakıyorum onları. Kıvrımlı yollardan akıp giden katarlar misali fotoğraftaki dudak kıvrımlarından geçiyor çocukluğum. O kıvrımlar… Saklamayı beceremiyor ne sevinci ne yeisi. Orada görüyorum babaannemin ilk doğum sevincini, gururunu ve mil çekilmiş göz gibi kalan ilk yarasını. Ona ait tüm yaşanmışlıklar, bir bulut arkasında kendini gizlemeyi beceremeyen güneş gibi dudağının kıvrımlarından saçılıyorlar eteğime bir bir. Sıra artık başka bir anıda deyip çıkartıyorum çantamdan diğer biriktirdiklerimi. Tüm fotoğrafların gülümseyişlerine bakıyorum şimdi. Hepsi birbirinden coşkun, hepsi birbirinden yalnız, hepsi birbirinden hüzünlü, hepsi birbirinden mutlu ama hepsi farklı. Kiminin sımsıkı tuttuğu dudaklarında asılı cilt cilt roman, kiminin kocaman kahkahasından kopuyor iki satır şiir, kiminin incecik gülüşünde ağır bir dram… Ne çok şey sızıyor oradan, demek ki dudaklar yaşanmışlıkların ana kucağı, toprağı… ‘Gözler kalbin aynası’ denilse de bir gülüş, bir tebessüm, hayatın dev aynası olmalı diyorum tüm bunları fark edince. Çünkü gözler yalan söylemez ama yine de bazen kaçırır kendini göz ve bazen kaçar bazı şeyler gözden. Oysa hiçbir gülüş saklayamaz kendini, saklanamaz. Ne yüksek bir kahkaha örtebilir acıyı ne de minik bir tebessüm sevincin narasını. Madem ilahi bir tılsımla dilde dolanan tüm sözlerden daha vurgulu ve madem satılmıyor bir gülüşün içindeki deva ecza raflarında, öyleyse her gülüşe bir ad konmalı. Mesela babaannemin gülüşünün adı, ‘şifa’ olmalı. Çünkü o güldüğünde, dudakları hep bedava ilaç dağıtırdı.
Ve senin gülüşün sevdiğim, bambaşka… Tüm izlerin silindiği, ezberlerin bozulduğu, siyaha inat renkli bir ışık huzmesi. Bir mahkûma görüş gününde verilen özgürlük penceresi... Bahar dalı, erik ağacı, karanlık semada bir ay parçası ve yemin olsun, ilk günden bu güne seyrettiğim en muhteşem doğa manzarası… Senin gülüşün başka, bambaşka sevdiğim; içinde çevrilmeye hazır binlerce dil, hatta öyle bir gülüş ki güneş batarken can veren gölgeler, sen güldüğünde yeniden dirilir. Örselenmiş bir yazgı olsa da hayat, ben sürekli tökezlesem de gülüşün bana fısıldar: ‘’Bırakma kendini. Tut elimi, hadi kalk! Ciddi bir iştir yaşamak.’’