2017 yılının en çok kazanan Hollywood aktör ve aktrislerini sıralayan sinema tanıtım programına denk geliyorum salona girdiğim zaman. Sıralamada ilk ona girmiş olan bir aktrisin, geçen yıl açık mektup yazarak kadınların erkeklerden daha az kazandığını, film sektöründe kadınlara eşit davranılmadığını ve bu eşitsizliğe, yazdığı açık mektuplarla dikkatleri çekmeyi başardığının bilgisini veriyor program sunucusu. Kadının ismini şu an hatırlamıyorum ama bu Hollywood yıldızının kazançta eşitsizlik vurgusu, zihnimde bir sürü şeyin yeniden canlanmasına sebep oluyor. ‘’Kadınların ezilmediği, sömürülmediği bir dönem hiç oldu mu acaba?’’ diye düşünmekten alamıyorum kendimi. 21. yüzyılda, modern dediğimiz zamanın en parlak döneminde bile toplumun çekirdeği olan ailede başlayıp da sosyal hayatın her alanına sirayet eden bu değersizlik algısı ne zaman doğdu ve neden hiçbir kesintiye uğramadan devam ettirildi sanırım tam olarak bilemeyeceğiz. Üstelik biri olmadan diğerinin varlığının imkânsız olduğu gerçeği bu kadar ortadayken… Güç kavramının, kendi hükümranlık alanını yaratması uluslararası alanda ya da siyasal düzlemde anlaşılabilir bir durum fakat sosyal yaşam içinde erkeğin hükümranlığına maruz kalmış kadının gerçeğini bu kadar basit açıklayabilir miyiz? Erkeğin fiziksel gücü müdür kadının yaşam haklarının sınırlarını belirleyen yani? Yok, bu kadar sığ açıklanamaz elbette. Oysa insan, sadece kendi edindiği mallar üzerinde dilediğince tasarruf yetkisine sahiptir. Kadının neyi ne kadar yapabileceği tasarrufunun erkek egemenliği altında belirlenmesi tıpkı eşyaya uygulanan hukukun bir uzantısı gibi gelmiyor mu size de? O zaman kadın, edinilebilen bir eşya olarak algılanıyor dersek yanlış bir tespitte mi bulunmuş oluruz? Hayır, sanmıyorum. Belki de en doğru tespit bu olur. Her gün artan kadın cinayetleri, evinde sürekli şiddete maruz kalan kadınlar, küçük yaşta evliliğe zorlananlar, uluorta tacizler, gerçek anlamda caydırıcı bir cezası olamadığı için artan tecavüzler, say say bitiremeyeceğimiz ikinci sınıf muameleleri… Sonra yine bir şekilde faturası, gerçek suçluya değil de (kadın olarak dünyaya geldiği için zaten baştan suçlu sayılan) kadına kesilen bir sürü olaylar silsilesi. Neresinden tutsak elimizde kalıyor. Kime sesimizi duyurmaya çalışsak kafasını çeviriyor. Daha iyi anlaşılsın diye üstüne basa basa ve hatta heceleyerek diyoruz ki: ‘’Dünyayı yıllarca kutuplara ayırdık da ne faydasını gördük? Hangi zıtlıktan, ötekileştirmeden güzellik doğdu? İnsanı cinsiyet ekseninde zıtlaştırmak, kadını taşıdığı gücün altında tutmaya zorlamak büyük resme baktığımız zaman nasıl bir fayda sağlıyor olabilir ki? Mesela, dünya daha mı yeşil, okyanuslar daha mı temiz, ozon tabakasındaki delik daha mı az genişliyor, ekonomik olarak ülke daha mı refah içinde, teknolojik gelişim zirve mi yapıyor kadın sürekli yok sayıldığında? Daha mutlu, nevrozsuz çocuklar mı yetiştiriyor eşya muamelesi gördükçe?’’ Oysa ‘Yaratılanı sev yaratandan ötürü’ sözünün, besmele gibi dilde olduğu bir toplumda yani bizim toplumumuzda, her şeyi sevip de kadını düşman gibi görüyor olmak ne büyük çelişki! Kime sorsan kadın değerli kime sorsan hepsi kadından yana, o zaman kim işliyor bu cinayetleri, kim sağlıyor her alanda hortlayan bu eşitsizlikleri? Erkek egemen toplumların (ki bu, dünyanın neredeyse tamamı demek) sırf kadın üzerinden kendilerine bireysel bazda sağladıkları konfordan vazgeçmeme çabası gibi geliyor bana. Zihinsel olarak ahlaki bir değerle donatılmamış sapık heveslerin kurbanı olmaktan hiç bahsetmiyorum bile. Daha minimal ölçekte bir şey anlatmaya çalıştığım: erkek, güce duyduğu açlık ve zaafın, çaba sarf etmeden doyurulmasını sağladığı bir beslenme çantası olarak görüyor kadını. Bu lüksü, bu oyuncağı elinden alınsın istemiyor. Erkek egemen bir toplumda sistemi, egemen erkekler aracılığı ile değiştirmek istemek de bir diğer ironi. Bereket versin ki toplumun yüzde yüzü bu sığ zihniyette değil de biraz nefes alabiliyor ve bu körlüğün tedavi edileceği umudunu yitirmiyoruz. Egolarının şişirilmesine ihtiyaç duymayan ve kadını cinsiyetinden çıkartıp kendi gibi birey olarak görebilen aslında gerçeği idrak eden erkeklerin varlığı dengeyi sağlamaya yetmese de yine de umut veriyor. ‘’Kadın, bakış açısını değiştirsin, birey olduğunun farkına varsın.’’ söylemleri, kadının bakacağı pencerenin açısının dahi bir erkek tarafından belirlediği bir toplumda hem askıda kalıyor hem de kendi toplumuna körlüğün sağlam bir işaretini veriyor bize. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün kutlanışının arkasında bile ezilmiş, sömürülmüş ve öldürülmüş kadınların hikayesi yatmıyor mu? Hiçbir kadın yok ki kendi gerçekliğinin, var oluşundaki değerin savaşını verirken aşağılanmamış, hırpalanmamış, dayak yememiş, işkence görmemiş ya da öldürülmemiş olsun. Alt yapısı olmayan ve desteklenmemiş söylemlerle kadını cesaretlendirmeye çalışmak iyi niyetli yaklaşım olarak kalmaktan öteye geçmiyor. Erkek çocuğa ayrıcalıklı davranışın aile içinde başlayıp daha sonra toplumun genelinde bir vaka olarak karşımıza çıkmasına şaşırmalı mıyız? Tabii ki hayır. 8 Mart Kadınlar Günü diye bir günün kutlanıyor olması dahi bir yandan kadınlara yönelik bir farkındalık yaratma aracı olarak kullanılsa da diğer yandan da ‘’Sistemdeki yeriniz hala aynı’’ mesajının altının iyice çizilmesi gibi geliyor bana. Bin sekizyüzlü yıllardan iki binli yıllara, ‘eşit işe eşit ücret ilkesi’ talebi bugün televizyonda bir Hollywood yıldızının söyleminin içeriği ile aynı serzeniş değil mi? Üstelik dünyaya demokrasi ihraç eden(!) Amerika hala iki yüzyıl önceki sorunların benzerlerini konuşuyorsa, geçen bunca zamanda çok da bir şey değişmemiş demektir. Ben bir toplumbilimci değilim bu yüzden kadının toplumdaki yerinin sağlıklı bir şekilde inşası için neler yapılması gerekir, bunu tarihsel, sosyolojik bir düzlemde açıklayamam ama ortalama zekaya sahip bir insanın, yıllardır kadınlar üzerinden yaratılan algıyı oturup düşündüğünde: ‘’Bu nasıl bir saçmalıktır!’’ diyeceğini kolayca söyleyebilirim. Düşünmek diyorum, yalnız insana bahşedilmiş, insanı insan yapan en büyük eylemden bahsediyorum. İki dakikalık bir düşünme eylemiyle binlerce yıllık kronik zihinsel bir hastalıktan kurtulacak dünya. Çok mu zor? Sadece iki dakika…
Tüm bunlar büyük bir hızla geçerken aklımdan, durup bir kez daha düşünüyor ve sormadan edemiyorum, şu ‘eşrefi mahlukat’ dedikleri, yalnızca erkek miydi? Değilse, o zaman neden tüm ahlak yasaları ve kurallar sadece kadın kimliği üzerinde cinnet geçirdi?