Yaklaşıyor vapur, görüyorum. O yanaştığında hücum etmek için, düdük sesini duyup yerinden fırlayacak atletler gibi bekliyoruz biz de burada. Bu sabırsız insan yığınından, o anın telaşına ters düşen bir ses ‘’Bak!’’ diyor yanındakine. ‘’Deniz yine umuda kesmiş rengini.’’ Yanındaki bakıyor mu bilmem ama ben, sanki bana söylenmişçesine hızla çekip vapurdan, hemen denizin rengine bırakıyorum gözlerimi. Ne kadar da haklıymış. Öyle dingin bir renk ki bu; zaman akadursun, gözlerim bu renkte kaybolsun istiyorsun. Ben de öyle yapmak için ayrıldım o kalabalıktan. Oturup bir banka, serdim gözlerimi suyun üstüne. Rüzgarın ürperttiği, güneşin renklendirdiği yansımalar ile el ele… Hangi hayal, hangi umut, hangi sır o minik parıltıda hızlıca göz kırpar da ardı sıra vurur kendini sahillere bilinmez. İskeleye yanaşan, iskeleden kalkan vapurların çarkında dövülen suları izliyorum.-o aşık olunası mavi suları- Dövüldükçe nasıl da süt köpüğü gibi beyazlaşıyorlar. Çarkın dişlileri acıttıkça suyun tenini, köpük köpük olup yüzeye çıkıyor saklı olanlar. Demek ki ‘’İnsan yüreği kanatılınca, göz göz kırmızı; deniz kanatılınca, köpük köpük bembeyaz olurmuş.’’ diye düşünüyorum. Önünde böyle bir manzara varsa en iyi şey dalmaktır ya, ben de köpüğün beyazlığında; beyazın saflığında dalıyorum düşüncelere. ‘’Ruhumuzun, nefsin çarklarında dövülmesi mi gerek azcık temizlensin diye? İyi de nasıl bu kadar kirlendik ki?’’ soruları zihnimde dolaşırken bir görüntü beliriyor denizin üstünde. Sırtında kadifeden bir kaftan, omuzlarında satmak için ciğer taşıyan bir adam. Ciğer ve kaftan!.. Beyazın saflığına ulaşsın diye ruh, kavuşsun diye ilk yaratılmış haline, sıyırmak istiyor nefsini ipekten, kadifeden kaftanından. Sonra vapurun çarklarına dolanıyor kaftan. Keskin dişler kumaşı parçaladıkça, o keskinlik Mahmut Hüdayi’nin tenine dayandıkça ve değdikçe yüzüne alaylı gözler, işte o zaman başlıyor beyaz köpük olabilme sancısı. Başlıyor ‘ten’den ‘tin’e yolculuklar; ‘ten’ de ‘tin’i arayan seyyahlar için…
Şu martı gür sesiyle bölmeseydi zihnimdeki görüntüyü ben de boğulacaktım kendi ruhumun prangalı aynasında. O an fark ediyorum aslında, insanların neden birbirlerinin gözlerine bakmadan konuştuğunu, neden sözcüklerin ilk anlamından bu kadar koptuğunu. İki büklüm olmuş, eğilmişiz. Sırtımızda taşıdığımız ‘desinler…’
Binmediğim ikinci vapur da kalkıyor şimdi… Etiket kazanıp, insan yığmak uğruna, saflığa giden ne çok vapur kaçırmışım, iki ne ki? Biraz daha sevsin diye bizi hayat, biraz daha sevsin diye onlar, bunlar, şunlar… Sonra bir de bakmışsın sırtında kocaman kamburlar. Ah! şu –desinler-; hepsi aslında taşıdığımız ölü diriler. İşte, onların gözünde biraz daha yücelmek için çalış, çabala. Daha çok, daha, daha… Bu yüzden mi eksik bıraktık cümleleri, bu yüzden mi hep eksik tanıdık kendimizi. Şimdi hepimizin etiketlerince bölünmüş hayatlarında, bir kenarda gerçek sandığımız hayaller diğer yanda hayalde kalan gerçeklerimizle taşıyoruz kendimizi kelimelerin hep ikinci üçüncü anlamlarına. Var oluşun gerçek sebebinden kopup daldığımız telaşlarda, kaybetmiş kendini sözcükteki asıl mana. Başka bir vapur yaklaşırken iskeleye, zihnim dolaşıyor mahallemde. Akşam hava kararmış, herkes bir bir dönüyor evine. Karşılaşmalar, selamlaşmalar başlıyor. Bana kalırsa, kimse birbirini tanımıyor. Dayanamayıp sesleniyorum hepsine: ‘’Zengin kadın, avukat bey, doktor hanım, mühendis de yetmez; yüksek mühendis, prof. olan yan komşum! Sahi başka bir isminiz var mıydı? Ben onları unuttum!..’’ Vapur iskeleye iyice yanaştığında yine bir hareketlilik başlıyor.‘’Kalk hadi! Bu üçüncü vapuru da kaçırma.’’ diyorum kendime. Ne de olsa deniz hala umut renginde. Bu çark, tutacak kamburumdan seziyorum. Fırlayacak içinden, taşıdığım tüm ölü diriler. Ruhum nihayet, saflığın yanında saf tutarak diriltecek beni yeniden. Biliyorum…